Önümüzdeki 30 yıl içinde eğitimin 10 boyutta çeşitli ölçülerde değişmesini bekliyorum. Tabii ki bu değişim her boyutta aynı hızda ve aynı yıkıcılıkta olmayacak; bazı boyutlarda değişim diğerlerinden daha hızlı olacak ve daha öteye gidecek.
1. İçerik yerine yetkinliklere vurgu
Üniversitelerimiz eğitime değil öğretime odaklıdırlar. Fakat çağımızda içerik artık meta haline gelmiş ve değersizleşmiştir. İşverenlere nasıl mezunlar istedikleri sorulduğunda içerik değil yetkinlikler öne çıkıyor. Kanımca en acil ve en önemli değişim bu boyutta olacak. Tüm paydaşlar yavaş yavaş bunun farkına varıyorlar, fakat eğitim sisteminin değişmesi talebi için ağız birliğiyle güçlü bir ses henüz oluşmadı. Bilinçli aileler alternatif eğitim sistemlerini araştırıyorlar.
Türkiye’deki lise mezunları üniversiteye geldiklerinde ne durumdalar?
Farklı üniversitelerin tanıtım programları sırasında binlerce lise mezunuyla temasta bulunma fırsatım oldu. Yüzlercesi, hatta binlercesi öğrencim oldu. Bu deneyimlere dayanarak Türkiye’deki lise mezunlarının eksik olduğu alanların listesini çıkardım. Bunlardan bazılarını aşağıda listeledim:
- Hedef koyma
- Zaman yönetimi
- Planlama
- İngilizce
- İletişim (okuma, yazma, dinleme, konuşma) yetkinlikleri
- Sunum teknikleri
- Grup çalışması
- Analiz ve sentez yetkinlikleri (ezber yerine)
- Gerçek hayat deneyimi ve bilinci
- Hoşgörü (fikir farklılıkları, yapıcı tartışma kapasitesi)
- Uluslararası farkındalık (diğer ülke, başka kültür algısı-önyargı)
Üniversiteler yetkinlik geliştirme konusunda neden başarısız?
Maalesef üniversiteler yetkinlik geliştirmeyi temel işlevleri olarak değerlendirmiyorlar. Bu tavırda bir miktar haklılık payı var, çünkü iyi kurgulanmış bir eğitim sisteminde yukarıda eksik olduğu belirtilen yetkinliklerin büyük çoğunluğunun üniversiteye gelmeden edinilmiş olması gerekiyor. Fakat ülkemizde gerçeğin böyle olmadığının hemen her üniversite öğretim üyesi farkında. Durum böyleyken, birçok üniversitenin yetkinlik geliştirme konusunda ciddi bir adım atmaması kanımca sorumsuzluktur. Üniversitenin, öğrencilerin topluma yararlı birer fert haline getirilmesi sürecinde zincirin son halkası –ve öğrencilerin “son şansı” – olduğunu düşünürsek, üniversiteler topluma karşı olan görevlerini yerine getirmemektedirler.
Problemin en doğru ve kökten çözümü, 21. yüzyıl yetkinliklerinin eğitim düzeyi yüksek ülkelerde olduğu gibi K12 eğitimi sırasında geliştirilmesidir. Hedefi öğrencileri üniversiteye ve yaşama hazırlamak olan ilk ve ortaöğretim sistemi işini yapmadığından, bireylere 21. yüzyıl yetkinliklerini kazandırma işi maalesef üniversitelere kalmaktadır. Yakın gelecekte eğitimin her düzeyinde içerik vurgusunun azalıp yetkinlik vurgusunun artmasını bekliyorum (ya da ümit ediyorum). Sistemdeki bu eksikliği belirli bir ölçüde düzeltebilmek için kurguladığım “Yetkin Gençler” eğitiminden ileride söz edeceğim.
2. Gerçek yaşama yakın eğitim
Üniversitelerin akademik uzmanlık dallarına bölünerek gerçek yaşamdan yavaş yavaş kopuyor. Bugün basbayağı meslek eğitimi veren ve yönetici yetiştirmeyi hedefleyen işletme fakültelerinde bile terfi edebilmek için öğretim üyelerinin bilimin sınırlarını genişleten akademik yayınlar yapması bekleniyor. İşletme fakültelerindeki birçok öğretim üyesi hayatı boyunca bir işletmede çalışmamış. Pratikten kopan akademisyenin yetiştirdiği öğrencilerin de pratikten kopuk olması şaşılacak bir şey değil. Bu kopukluğu bir ölçüde düzeltmenin yolu stajlardan geçiyor. Bence 2008 yılına kadar ülkemizin anlı şanlı üniversitelerinin işletme programında zorunlu staj olması gerektiğini düşünememiş olmaları işletme programlarındaki akademisyenlerin gerçek yaşamdan ne kadar kopuk olduklarının bir kanıtıdır. Daha güncel bir örnek vermek gerekirse, günümüzde öğretmen olabilmek için gereken süre sadece 72 saattir! Gerçek yaşamla ilişkiyi kuran başka bir öğe olan projeler konusunda da durum çok farklı değil. Birçok “mesleki” programdan hiç gerçek yaşam projesi yapmadan veya sadece bir iki proje yaparak mezun olmak mümkün.
3. Uluslararasılaşmış eğitim
Artan öğrenci hareketliliği eğitimin dönüşümünü hızlandıracak boyutlardan birisi. 1975’te sadece 800 bin öğrenci yurtdışında eğitim alıyorken, 2017 yılında bu sayı 5 milyona çıktı ve UNESCO’nun tahminine göre 2025 yılında 8 milyona çıkacak. Geçmişte öğrenci hareketliliğini sadece düşük gelirli ülkelerden yüksek gelirli ülkelere doğru gözlemliyorduk. Fakat artık hareketlilik her yönde.
Tüm üniversite eğitimini başka bir ülkede alan öğrenci sayılarındaki artışlar resmin sadece bir kısmı. Bunun yanında değişim programlarıyla eğitiminin bir kısmını yurtdışında alan öğrenci sayısı da ciddi olarak artıyor
4. Girişimci yetiştirme odağı
Dünyada işsizlik ciddi boyutlardadır. Devletler küçülüyor, büyük şirketler ise aynı işi daha az kişiyle yapmanın yollarını arıyorlar. Türkiye’nin demografik yapısı, önümüzdeki yıllarda işsizlik oranını sabit tutabilmek için bile her yıl en az 500 bin civarında yeni iş yaratılmasını gerektirmektedir. Üniversite katkısı ve desteği olmadan bir ülkede girişimcilik (özellikle yüksek katma değer yaratabilen tekno-girişimcilik) gelişemez.
İstihdam problemi dünyanın ortak sorunu olmakla birlikte, Türkiye gibi genç nüfuslu ve gelişmekte olan ülkelerde daha ciddi bir ekonomik ve sosyal sorun oluşturmaktadır.
İstihdam, cari açık ve orta gelir tuzağı sorunlarını çözmek istiyorsak, yeni şirketlerin kurulmasını, yani girişimciliği destekleyen politikalar geliştirmemiz gerekmekte. İtaate, ezbere ve çoktan seçmeli sınavlara dayalı olan eğitim sistemimiz girişimciliği hiç desteklemez, hatta körelttiğini iddia etmek mümkündür. Girişimcilik ülkemizin ekonomik kalkınmasını sürdürülebilir kılmanın en temel yoludur. Üniversitelerin katkısı olmadan girişimcilikte sonuç almak mümkün değildir. Üniversitelerimizin bir an önce girişimci üniversitelere doğru dönüşmeye başlaması ülkemiz için stratejik önemi olan bir konudur. Bir “Girişimci Üniversite”nin hedefi her mezununun girişimci olması değildir. Ülkemizdeki girişimci oranının yüzde 5 civarında olduğunu düşünürsek, mezunlarının yüzde 15’inin mezuniyetten 5-10 sene sonra girişimci olması, girişimci bir üniversite için son derece makul bir hedeftir.
5. Bireyselleştirilmiş programlar
Ben üniversitede çok standart bir eğitim aldım. Dört yıl boyunca aynı üniversitede okudum ve başka bir alternatif olabileceğini düşünmedim bile. Bugün lisans eğitimi alan öğrencilerin çok daha fazla alternatifleri var. Her üniversite aynı esneklikleri sunmuyor fakat birçoğunda farklı seviyelerde bu esneklikler mevcut. Gelecekte programların üç nedenle daha fazla bireyselleştirileceğini düşünüyorum:
- Z kuşağı standart çözümleri beğenmiyor ve daha fazla bireyselleştirme talep ediyor.
- Bireyselleştirme arttıkça bir rekabet unsuru haline gelecek ve üniversiteler bu yarışta geri kalmak istemeyecekler.
- Eğitimin daha etkin olabilmesi için standart programların olabildiğince esnetilmesi ve bireylerin zayıf ve güçlü yönlerini göz önüne alarak eğitim planlaması yapmasına izin verilmesi gerekli.
6. Yapay zekâ ile eğitim
Birkaç yıldır da yapay zekânın her alanı altüst edeceğinden bahsediliyor. Kanımca yapay zekânın en etkin kullanılabileceği alanlardan birisi eğitim.
Microsoft’un Amerika’da yaptırdığı bir araştırmaya göre, öğretmenlerin neredeyse tümü yapay zekânın öneminin farkında. Araştırmaya katılanların tamamı yapay zekânın kendi kurumlarının gelecek üç yıldaki rekabetçi pozisyonunda önemli rol oynayacağını düşünürken, yüzde 15’i yapay zekâyı tam bir “oyun değiştirici” olarak nitelemiş, yüzde 92’si ise bu teknolojiyle deneylere başladığını belirtmiş. Ülkemizde böyle bir anket yapılsa maalesef sonuçların epey farklı çıkacağını düşünüyorum. Umarım yapay zekânın eğitime pozitif katkı potansiyelinin farkına varır ve ona ilgi duymaya başlarız.
7. Uzaktan, çevrimiçi, hibrid, tersyüz, MOOC, XR
Maalesef ülkemizde birçok kişi uzaktan eğitim denildiğinde hocanın videoya kaydettiği dersin yıllarca aynı şekilde öğrencilere servis edildiği bir sistem düşünüyor. Buna eğitim demiyoruz, olsa olsa arşivleme olur. Çağdaş uzaktan eğitimde ise, öğrenciyi merkeze alan ve aktif öğrenmeyi destekleyen öğeler kullanılmaktadır. Çevrimiçi eğitimde öğrenciyi olabildiğince dersin içine çekmek çok önemlidir. Bunu yaparken tabii ki teknolojiyi kullanacağız ama teknolojiyi öne çıkarmayıp destek rolünde tutmamız gerek. Dersi planlarken hocanın, her şeyi kendisinin anlatma tutkusunu bir kenara bırakması ve öğrencilerin kendi kendilerine keşfetmelerini sağlayacak deneyimler tasarlaması gerek.
Çevrimiçi eğitimde amaç içerik nakli değildir. İçerik nakli dersten önce gönderilen malzemelerle yapılmalı; derste daha çok örnekler, uygulamalar ve soru-cevap üzerinde durulmalı; öğrencilerin geniş katılımı hedeflenmelidir. Bu aktif öğrenme metoduna flipped learning (tersyüz öğrenme) deniliyor.
Umarım pandemi sürecindeki denemeler sonunda artık anlaşılmıştır ki:
- Çevrimiçi eğitim genel kanının aksine ucuz değil; hatta daha fazla hazırlık gerektiriyor.
- Hocayı devre dışı bırakmıyor: tam tersine hocayı olması gerektiği şekilde bir deneyim tasarımcısı olarak konumlandırıyor.
- Yüz yüze eğitimden daha az etkin/verimli değil; hatta iyi tasarlanırsa daha etkin/verimli olabiliyor.
İngilizcedeki kısaltması MOOC (Massive Open Online Courses) olan Kitlesel Açık Çevrimiçi Dersler aslında eğitimde teknoloji kullanımının ilk yaygın örneklerinden biridir. MOOC sektörünün en başarılı şirketi ise Eren Bali tarafından kurulmuş olan Udemy (isimde “you” ve “Academy” sözcükleri birleştirilmiş). Bu platformun amacı her konuda uzman olan kişilerin öğretmen olmasını sağlayarak eğitimi olabildiğince demokratikleştirmek. Bireyden bireye eğitim modelini kullanan bu sisteme her isteyen ders yükleyebiliyor. 57 bin öğretmenin 65 farklı dilde 157 bin ders yüklemiş olduğu bu platformun değerlemesi ise 3 milyar doların üzerinde.
Artırılmış gerçeklik (AR), sanal gerçeklik (VR) ve karma gerçeklik (MR) kategorilerinin tümüne birden genişletilmiş gerçeklik (XR) deniliyor. Sınıfta yüz yüze öğretime alternatif bir öğretim ortamı olarak XR ile bireyselleştirilmiş öğrenim mümkün olacak, mesafeler anlamsızlaşacak ve öğrenciler fiziksel dünyada ziyaret edilmesi imkânsız ortamlara taşınacaklar.
8. Diplomalar yerine rozetler (badges)
ABD işgücü istatistikleri bürosunun 2018’de yayımlanan bir raporuna göre (Torpey, 2018), eğitim seviyesi yükseldikçe gelir yükselmekte ve işsizlik oranı düşmektedir. Bu şaşırtıcı değil, çünkü eğitimin amacı bireyin bilgi ve becerilerini artırıp ekonomiye fayda potansiyelini yükseltmek. Emre Kapandaş (2019) Türkiye için de benzeri bir trend olduğunu gözlemlemiş: İlkokul mezunlarının yıllık brüt geliri 18.476 TL iken, meslek lisesi mezunları için bu gelir 28.143’e, üniversite mezunları için ise 51.405’e çıkıyor. Seviyeler farklı da olsa, hangi ülkeye bakarsak bakalım daha fazla eğitim, daha fazla bireysel kazanç getiriyor.Eğitim politikalarının amacı da bir yandan bireylerin elde edecekleri geliri (ve verecekleri vergiyi) artırmak, diğer yandan ülkedeki gelir eşitsizliklerini azaltmak ve belki de en önemlisi ülkenin refah düzeyini yükseltmek.
Güngör Turan (2016) Türkiye’de 1961- 2012 dönemi reel GSHY ve yükseköğretim mezunu sayısına ilişkin zaman serilerini kullanarak uzun dönemli yükseköğretim ve ekonomik büyüme ilişkisine odaklandı. Yaptığı istatistiki testler Türkiye’de uzun dönemde yükseköğretim ile ekonomik büyüme arasında anlamlı bir ilişki tespit edemedi. Araştırmacılar ülkemizde ilk ve ortaöğretimin toplumsal refaha katkısı olduğunu belirtirken, yükseköğretimin katkısı konusunda tereddütteler. Anlaşılan her kente bir üniversite açmakla refah yükselmiyor.
İşsiz üniversite mezunu sayısı 1.2 milyonu geçti ve (ülkemizde kayıtlı üniversite öğrencisi sayısının sekiz milyonun üzerinde olduğunu düşünürsek) beş yıl içinde işsiz mezun sayısının iki milyonu aşması şaşırtıcı olmaz. Bu noktada sorulması gereken soru şu: Üniversite diploması kendisine atfedilen değeri hak ediyor mu? Anne-babalarımızın sınıf atlamasını sağlayan, bizlere ise en azından iş garantisi veren diplomaların günümüzdeki değeri ve rolü ne?
Standart bir üniversite diploması artık mezunun, iş dünyasının beklentilerini karşılayabildiğini kanıtlamıyor. Bugün bile Google, Apple, Starbucks, EY gibi birçok şirket işe alımlarda üniversite diploması şartını kaldırdı. Zaman içinde gitgide daha fazla işveren, yeni işe başlayacaklar için üniversite diplomasını şart koşmayacak ve kendi amaçlarına uygun rozet veya sertifikalar isteyecek. Rozeti kısaca bir yetkinlik belgesi olarak tanımlayabiliriz. Aslında üniversite diplomasını onlarca, hatta yüzlerce rozetin bir araya gelmiş bir versiyonu gibi düşünebiliriz. Birçok işveren de haklı olarak “toptancı” diploma yerine kendi istediği yetkinlik ve becerileri kanıtlayan minik rozetlerle ilgileniyor.
Bazı öğrencilerin geleceğinde “diploma yerine rozetler” olacak, bazılarında ise “diplomanın yanında rozetler” olacak, ama gelecekte rozetlerin önemi mutlaka artacak.
9. Programların parçalanması
Benim üniversite öğrenciliğim döneminde (1975-1980), yatay geçiş veya değişim programı veya başka üniversitelerden ders almak gibi şeyler pek yoktu. Bir programa girerdiniz ve o programı en kısa zamanda bitirmeye çalışırdınız. Aradan geçen 40 yılda çok şey değişti. Programlar arası, hatta üniversiteler arası geçişler olağan hale geldi, Erasmus gibi değişim programları epey popülerleşti ve artık öğrenciler farklı üniversitelerden ders alıp programlarına saydırabiliyorlar. Öğrenciler artık aynı kampüste beş yıl okumanın alternatiflerini görmek istiyorlar.
Bir önceki bölümde sözünü ettiğimiz diplomaların önemsizleşmesi de programların parçalanması için başka bir neden oluşturacak. Bazı öğrenciler bir programın sadece bir kısmını bitirip, buna ek olarak aldığı rozet ve sertifikalarla iş yaşamına atılacaklar. Gelecekte giderek daha az sayıda üniversite öğrencisinin eğitimini aralıksız dört yılda aynı kurumda tamamlayıp mezun olmasını ve bir öğrencinin bir üniversitede geçireceği ortalama sürenin zaman içinde düşmesini bekliyorum.
10. Zamanın akışkanlaşması
Günümüzde eğitim takvimi olabildiğince katı. Akademik dönem eylül ayında başlıyor. Bunun nedenini anlayabilmek için, okul kurumunun ortaya çıktığı döneme geri gitmek gerek. Aileler çocuklarını hasat toplanmadan okula göndermek istemedikleri için okulun başlangıcı eylül, hatta bazen ekim ayına kalırdı. Aradan çok zaman geçti, nüfusun büyük kısmı şehirlere taşındı ve tarımla yaşamını kazanan nüfus gelişmiş ülkelerde yüzde 2-4 civarına düştü ama okulları eylülde açma adeti değişmedi.
Okulun temel prensibi standardizasyondu. Ders süreleri, ders araları, günlük ders sayısı, dönemdeki hafta sayısı hep standardize edildi. Bu abartılı standardizasyonun sonucu olarak gençler okula aynı zamanda başladıkları gibi aynı zamanda da bitiriyorlar. Milyonlarca öğrenci aynı anda lise sınavına veya üniversite sınavına giriyor. Daha kötüsü, yüz binlerce öğrenci aynı dönemde mezun oluyor ve iş piyasasına girmeye çalışıyor. Halbuki iş piyasasının ihtiyacı aydan aya çok fazla değişmiyor. Dolayısıyla, mezunların iş bulması bazen bir, hatta iki seneyi bulabiliyor.
Tamamen MOOC, video, yapay zekâ ve XR gereçlerinin kullanıldığı bir eğitim düşünün. Öğrenci istediği derse istediği zaman başlayabilse, istediği hızda öğrenebilse ve kendini hazır hissettiğinde sınava girebilse… Bu değişim boyutunu eğitimde teknoloji kullanımının gelişmesi, eğitimin bireyselleşmesi ve diplomaların önemsizleşmesi boyutlarıyla birlikte düşündüğünüzde, hepsi arasındaki yakın ilişki iyice netleşiyor.
Kısaca eğitimde büyük bir deprem yaklaşıyor…
2 Responses
Ben de çok uzun bir süre branş öğretmenlerinin neden gerekli olduğunu düşündüm. neden fizik bölümü ve fizik öğretmenliği var veya tarih bölümü ve tarih öğretmenliği. iyi bir tarihçi neden öğretmenlik yapmaz veya iyi bir fizikçi, kimyacı. yaptığı meslekten sıkılmış, fakat ülkenin genel sorunu olan, özellikle kamuda, iş değiştirme zorluğu nedeniyle hayattan bıkmış öğretmenlerle hayata hazırlanmak zorunda kaldık ve hazırlanamadık. öğretmenler açısından bakarsak onlar da kendilerine göre haklı. sayın erhan hocam, sizi uzun zamandır takip ediyorum. eğitim konusunda çare ne öğretmenler, ne siyasiler, ne de öğrenciler. bu işe kafa yoran gönüllüler bence. bunu en iyi sizin çalışmalarınızda görüyorum ve başarılar diliyorum. ihtiyacınız olursa size yardıma koşacak pek çok kişi olduğunu düşünüyorum. saygılar
“İşletme fakültelerindeki birçok öğretim üyesi hayatı boyunca bir işletmede çalışmamış.”
Maalesef ki, #eğitim fakültesindeki birçok öğretim üyesi de hayatı boyunca bir okulda veya bir merkezde uzun soluklu çalışmadan ders anlatıyor.
– Gerçek hayat problemlerini görmeyen, göremeyen biri, anlattığı dersin verimi sorgulanır.